27 Şubat 2007

Kadir Haldenbilen

ile admin

İlk Ölü Deniz uçuşlarından Corrado Challenger ile

11 Mayıs 1955 tarihinde, babamın Hava Astsubay olarak görev yaptığı Eskişehir’de dünyaya geldim. Zamanın B26 İnveyder, B29 Uçan Kale gibi büyük uçaklarında uçuş makinisti olarak görevler alan babam daha ben doğmadan yer hizmetlerine geçmiş, ama ondaki o uçuş hevesini bir şekilde bana aktarmayı becermiş.

Bilmiyorum hala var mı, benim zamanımda/öncesinde, yeni doğan bebeklerin ilk resimleri yerde yatar pozda çıplak olarak çekilirmiş. Benim öyle bir fotoğrafım olmadı. Benim ilk fotoğrafım bir uçak kanadında çekilmiş, birkaç aylık olduktan sonra tabi…

Kendimi bildim bileli uçaklarla çok yakından ilgilendim, hep uçmak istedim. En sevdiğim şeylerin başında babamın beni alaya götürmesi gelirdi. Hangarda bakımdaki veya dışarıda bekleyen uçakların (genellikle F84, F100, C-47, Beechcraft oludu) pilot kabinlerine biner, oynardım. Taxi-route’da uçakların yanında koşar, pist başında durup inen kalkan uçakları seyrederdim. Gelinciklerin açtığı ilk bahar günlerinde babam, okul günü de olsa beni alaya götürür, sonra da “Velisi bulunduğum Kadir Haldenbilen rahatsızlığı nedeni ile okula gelememiştir” diye tezkere imzalardı. Ben de yine o günü keyifle alayda oynayarak geçirirdim. 1 Haziran Alay Bayramı (Havacılık Günü) ise özel gösterileriyle çok daha güzel, eğlenceli günler olurdu. Bir tanesi hariç. Bir uçak gösteri sırasında tam pistin ortasında, seyircilerin önünde yere çakılmıştı. Pistte bekleyen 9 tane daha uçak da patlamadan isabet aldı, hasar gördü. Mucize eseri, pilottan başka ölen olmamıştı.

Uçaklarla o kadar çok ilgileniyordum ki, artık onları hiç görmeden, sesinden tanıyabiliyordum: Bu F84, bu T33, bu F104, … . Sanırım F4 Phantom’lara kadar gelen tüm uçakları sesinden tanıyabiliyordum.

1966 yılında babam emekli olup alay sefaları sona erince model uçakçılığa başladım. İlk model uçak denemelerimi JetModel’in gazetedeki reklamlarına bakıp, kendi yonttuğum tahtalarla gerçekleştirmeye çalıştım. Bu işin öyle kolay olmadığını kısa sürede görünce, harçlığımdan 25 kuruş – 25 kuruş, para biriktirmeye başladım. Orta okulun ilk sömestrinin sonunda 11 buçuk liram olmuştu, ve o da JetModel’in PırPır adlı modelini almak için yeterliydi. Daha fazla bekleyemedim, o gün ateşli grip olduğum halde oyuncakçıya gittim ve çubuk gövdeli en basit model olmasına rağmen aldım. Hemen o gün büyük bir heyecanla ilk uçak “imalatı”mı gerçekleştirdim. İşte artık ben de uçuyordum.

PıpPır’ı Serçe izledi, Serçe’yi Gezgin. Mahallede bana özenip model kiti alan birkaç çocuk “imalat”ı beceremeyince bana getirdiler, onların uçaklarını da ben yaptım.

Liseye başlayınca artık model uçak kesmez olmuştu. THK lise öğrencilerini de İnönü’deki paraşüt kampında eğitiyordu. Ona katılacaktım. Babam tereddütsüz kabul etti. Annem çok zor razı oldu. Gelecek yaz katılmam konusunda anlaştık. Ama o sonbahar, annem fıtık ameliyatı olmak için Hava Hastanesi’ne yatmıştı. Ertesi gün ziyaretine gittiğimizde daha biz kapıdan girerken annem “İstemem, istemem…” diye bağırmaya başladı. Biz ne olduğunu anlamadık. Meğer bir gün önce Akademili bir kız öğrenci düşmüş, helikopterle hastaneye getirmişler, ama kurtaramamışlar. Annem de onu duymuş hemen, kendi acısını unutmuş, benim bir yıl sonraki paraşüt kampına gitmeme itiraz ediyormuş.

Paraşüt işi kalınca biz de döndük yine model uçakların başına. THK’nın A1, A2 yarışma planörlerinden yaptım birer tane ve okul seçmelerine katıldım. Bir şenlik havasında başlayan seçmeler hava bozunca bir felakete dönüştü. Hava her yönden esiyordu, ama uçakları kaldıran görevliler rüzgara bakmadan bildikleri yerden, bildikleri yöne uçakları kaldırmaya başlayınca, planörler daha kancadan kurtulmadan yere çakılmaya başladılar. Herkes hemen kırılan uçaklarının orasını burasını yapıştırıp bir hak daha almak için görevlilerin etrafında “Hocam! Hocam!” diye çığlıklar atıyordu, ama görevlilerin niyeti bir an evvel gitmek olduğu için ben artık seçmelerin bir katliama dönüşmekte olduğunu düşündüm ve yaralı A1 ve sağlam A2’mi yarışmadan çektim.

Bu olay model uçakçılığımın sonu oldu. Uzun bir süre de havacılıkla uğraşmadım. Üniversite yıllarımda daha çok modern savaş uçaklarının teknolojilerini izledim. Bugün artık cep telefonlarında bile kullandığımız LED ekranlar ilk kez ‘70li yıllarda, daha bilgisayarlarda kullanılmadan, daha ilk PC yokken, F16’da kullanılmıştı. 1 inch kare büyüklüğünde ve toplam 1000 pixel kadardı.

1982’de Amerika’ya gittiğimde, ev arkadaşlarımdan Georg, memleketi Almanya’da hanggliding yaptığını söyledi. Zengin bir annesi vardı. Arabası Ford Capri ve hangglider’ını kargo ile Mimami’ye getirdi. Tabii Miami’de uçacak bir tepe yoktu. Denizde towing yapacak adam aradık epeyce. Sonunda, su kayağı yaptıran bir motorcu ile anlaştık. Sonuç: Georg kancadan kurtulamadan denize çakıldı. Kendi sağlammış, ama hangglider gitti.

Annesi zengin ya, oğlu üzülmesin diye 5.000 USD verdi, bir ultralight aldı. İkinci kalkışta o da bitti. Artık sonrası gelmedi…

1983’de Georg ile Tampa’da bir havacılık şenliğine gittik. 3 gün açıkta yatıp, ayakta yiyip, o uçak senin – bu uçak benim gezdik. 1912 model (neredeyse ilk) uçaklardan, çok sayıda çift kanatlu uçaktan rengarenk balonlara, babamın kullandığı B26, B29 savaş uçaklarından yine herkesin gözdesi C47’lere kadar her türlü uçak – araç vardı. Son gün büyük bir kalabalık toplanmıştı bir yerde ve büyük bir cayırtı şeklinde motor gürültüsü geliyordu. Neymiş diye yaklaşmaya çalıştığımda gördüğüm, küçük 3 tekerlekli ve pervaneli garip bir aletti. Yerde de büyük bir paraşüt serilmiş. Gürültüden ne anlatıldığı anlaşılmıyor. Sordum yanımdakilere, yerden kalkan paraşütmüş dediler. Allah Allah, yerden kalkan paraşüt ne işe yarar ki dedim, bastım gittim.

1985’de Türkiye’ye dönüp IBM’de Akın ile birlikte çalışmaya başladım. Akın’ın bir zamanlar hanggliding yapmış olduğunu öğrenince yakasına yapıştım, bir tane ortak alalım, bana uçmayı öğret diye. Ama nedense Akın hep yamuk yapıyor, bir bahane bulup kanat almayı erteliyordu.

Birkaç yıl sonra bir sabah yine deniz otobüsü ile Bostancı’dan Kabataş’a IBM ofise giderken, IBM’de çalıştığımız bir başka arkadaş benim uçmaya olan ilgimi öğrenince, hemen Murat Özüak’ı tavsiye etti. Benim bildiğim Murat Özüak rekortmen yüzücü. Tamam dedi, ama garip garip şeylerle uçuyorlarmış! Büyük tesadüf, Murat da aynı deniz otobüsünde değil miymiş, inerken gördük. Hemen tanıştık, konuştuk. Ben, dedi, bu konuda kendimi çok yetkili görmüyorum, sana hocamı tavsiye edeyim. Ve de böylece Tunç Elmasulu adını öğrendim ilk kez. Ofise gidince hemen telefonla aradım. Kurs veriyormuş. Parapente diye bir şeymiş. Öğrencileri varmış. Dönem başlamış, vs. vs….

Akın’ı buldum, bak dedim, ben uçacak bir yer buldum. Sen ister gel, ister gelme, ben gidiyorum. Akın da Tunç ile konuştu. Daha önce uçuş deneyimi olduğu için Akın ortadan da başlayabilir dedi Tunç, ama benim beklemem gerekiyordu, bir dahaki kursa kadar. Ne zaman? Belli değil. Katılımcıya göre. Yine de beraber gelin hafta sonu, arkadaşlarla tanışırsınız dedi.

29 Eylül 1990 sabahı 07:30’da minibüsle Çatalca yoluna koyulmuştuk bile. 08:30 gibi orada kahvehanede kaşar-ekmek-çay ile kahvaltı yapıldıktan sonra Muhtar’ın Yer’ine gidildi. Çantalar açıldı. Tunç küçük beyaz tahtasını çıkardı. Frenleri anlattı: Yüzde 25, yüzde elli, vs. Sonra ufaktan uçuşlar başladı. Paraşüte benzer bir şeydi bu parapente dedikleri alet. 4-5 kilo ağırlığı vardı toplam. İki tane ip ile her şey yapılıyordu. Frenler onlarmış.

Öğlene kadar herkes yoruldu. Acıktı, susadı. Herkes paraşütleri bıraktı. Tunç bana geldi, bir denemek ister misin dedi. Yani şöyle rüzgarın kuvvetini falan hissetmek için. Tamam dedim. Düz yerde, tepenin eteğinde kuşandım, koştum, çektim… Voila! Yerden kesildim. Belki 5 cm, belki 10 cm, ama yerden kesildim. Tunç olacak galiba dedi, şöyle az yukarıdan bir daha koş. Tekrar denedim. Belki yarım metre kesildim. Tamam dedi, herkes dinlenirken şurada 5m gibi bir tepe var, oradan atla. Ben başladım atlamaya. 10-15 defa atlayıp 1-2 metre “uçmaya” başladım. Akşam olunca Tunç tamam dedi, yarın da gel, yine aynı tepeden atlamaya devam et. Ertesi gün de öyle devam ettik. Sonraki hafta tepeye çıktım ve ilk “uzun” uçuşumu yaptım. 27 saniye. 2-3 hafta sonra rüzgar uygun değildi. Kuzey tepesine gittik. Bir kere uçabildim. Sonraki hafta 29 Ekim hafta sonu olacak. Abant’a gidilecek, ilk yüksek irtifa uçuşu yapılacak. Önce yine Çatalca’ya gittik. Hava yine kuzey. Ben bir türlü kalkamadım. Hava kuvvetli diye küçük paraşüt verdiler. Hiç kalkamadım. Moralim bozuldu, işin ucunda Abant’ta uçamamak var.

Abant’a gittik. Rüzgar güneyli idi. Mudurnu yönüne bakan bir tepeye çıktık. Tepe kar-buz-ayaz. Tunç herkese tek tek nasıl kalkacağını, havada ne yapacağını, nereye uçacağını, nereye ineceğini, nasıl ineceğini anlattı. Herkesi tek tek uçurdu. Herkes uçtuktan sonra bana döndü. Denemek ister misin dedi. Tabii dedim. Kuşandım. İlkinde olmadı ama ikincide koştum, kalktım (O zamanlar hepimiz düz kalkış yapıyorduk).

İnanılmaz bir duygu idi. Daha 5 hafta olmuştu başlayalı. Şimdi yerden 100 metre yüksekte uçuyordum. 6.5 dakika sürdü uçuşum. Belirlenen yere yüksek geldiğim için S’ler çizerek inmek zorunda kaldım. Böylece ilk yüksek irtifa uçuşumu da yapmış oldum.

Abant’taki o kar altındaki ilk kamp gecemiz de ayrı bir yazı konusu ama, sonra kış geldi, mevsim kapandı. Sonraki ilk uçuşumu da taa Haziran’da, Şeker Bayramı’nda Ölü Deniz’de yaptım. Yine Tunç’un önderliğinde, Akın, Tahsin Bey, Nasuh Mahruki ve toplam 9 kişi olacak şekilde Akın’ın cipi ile Ölü Deniz’ e gittik. Tunç hepimizi 1700’den kaldırdı. Bu uçuşta da bir ilki gerçekleştirdim. Türkiye’de denize ilk inen ben oldum.

Bu uçuşlar sonunda Tunç galiba bize sertifika gibi bir şeyler verdi, ama nerededir, neye benzerdi unuttum. O zamanlar ne kask vardı, ne janjanlı botlar, ne tulum. Ölü Deniz’de Tahsin Bey’in hasır şapka ile uçtuğunu hatırlarım. Yedek diye bir kavram da yoktu doğal olarak. Mcc Aviation diye bir şeydi galiba uçtuğumuz kanatlar.

3 Ağustos 1991’de Abant’ta düşüp belimi kırınca 1992 yılı uçuşsuz geçti. 93’de yine uçmaya başladım. Önce kendime ikinci el bir Pro Design Corrado-Challenger aldım. Daha sonra Akın sıfır Corrado-Classic getirtti. Onu çok beğenmedim, Nova – Carbon’a geçtim.

İlk zamanlar her bayramda arabaya atlayıp gece 8 saatte Ölü Deniz’e gidip uçarken, yoğun iş temposu nedeni ile zamanla çok fazla zaman ayıramaz oldum. Uçuş sayım ve sürem hep kısıtlı kaldı. Fiziksel Oşinografi eğitimim nedeni ile bir miktar bilgi sahibi olduğum meteoroloji konusunda ilk dersleri verdim arkadaşlara. Şimdi artık çoğu benden iyi biliyor inversion’u, Skew-T diagramları.

İlk eğitimlerden sonra neredeyse hiç Çatalca’da uçmadım. Genellikle Karaburun’da uçtum. Çok sonraları Ormanlı’ya gelmeye başladım. Arada İnönü, Uludağ gezi/uçuşlarımız oldu.

2002’de uçuşla alakası olmayan bir sağ omuz ameliyatı geçirdim. O yıl uçuş olmadı.

Özay’ın 2003 yılında Gürle pistini açmasıyla yeniden uçuşlara katılmaya, uçmaya başladım. Ama üçüncü gidişimizde, kanatın bir azizliği (kum dolması/temizlememe?) sonucu havada epey zor anlar yaşadım, zor indim, çok sert indim. 2004 de çok iş az uçuş ile geçti. 2005’in daha bol uçuşlu olacağını umuyordum ki, yine bir ilki gerçekleştirip havada bir başka paraşütle çarpışınca kanat yırtıldı. Erdal’a diktirdim, Muhammet de denedi ama, ben kendim deneyemeden IBM’den emekli oldum. Daha çok uçmayı umuyordum, ama mide fıtığı ile başlayan sağlık sorunları, mide ameliyatı sonrası omuzlarımın iflas etmesiyle uçmama engel oldu. Şimdilerde 55 kiloya inmiş olan ağırlığım son 4 yılki ortalama ile, yılda 2-3 kilo ile azalmaya devam ederse, artık kanat kullanmaya bile gerek kalmadan, bir gün rüzgar alıp götürecek sanırım beni…

Kadir